28 Temmuz 2021 Çarşamba

The Best American Short Stories - Weike Wang Omakase Türkçe Çeviri

 

WEIKE WANG

 

Omakase

 

Çift, bu gece suşi yemek için dışarı çıkmaya karar vermişti. İki yıl önce internette tanışmışlardı. 3 ay önce de beraber yaşamaya başladılar. Kadın, adamla New York’ta yaşamaya başlamadan önce Boston’da oturuyordu.

Kadın, şehir merkezinde bir bankada hisse senedi analistiydi. Adam ise şehir dışında bir stüdyoda çömlek ustasıydı. İkisi de otuzlarının sonundaydı ve çocuk istemiyorlardı. İkisi de Asya Mutfağını severdi ve bunun asıl sebebi suşi; özellikle de omakase’ydi. İkisinin de hoşuna giden şey şaşırtmacalı olmasıydı ve ikisine de farklı sebeplerden dolayı uyuyordu. Kadın, karşısındaki seçeneklere bakarken gerilir ve ilk kararını sorgulardı. Adam ise akışına bırakmayı severdi. Kadın, birçok sayfa ve kelimeden oluşan menüyü kurcalarken en iyi seçim hangisi? diye sorar; adam da şu an yemek istediğin şey en iyi seçimdir diye cevaplardı.

Adam, ulaşmadan önce restoranı “duvar deliği kadar” olarak tanımlamıştı. Orayı, Harlem merkezinde bulunan en iyi suşi mekanları sıralamasında keşfetmişti. Aslında çok da mekan yoktu. En iyi suşi mekanları yerine, tüm suşi mekanlarının listesi de denebilirdi. Hazırlıklı ol, dedi adam. Hiçbir şey gerçekten de duvar deliği kadar olamaz, diye cevapladı kadın. Fakat restoran, adamın tarif ettiği gibi suşi barı ve yazar kasası olan küçük bir odadan ibaretti. Barın arkasında yaşlı bir suşi şefi duruyordu. Yazar kasanın arkasında da genç bir garson oturuyordu. Kadının tahminine göre buraya en fazla altı yetişkin ve bir çocuk sığabilirdi. İyi ki suşi küçük dilimlenmişti. Kadın girişte adama bir bakış attı. Bu bakış her şey yolunda gidecek mi? Bakışıydı. Suşi için genellikle şehir merkezindeki parlak ışıklı, kalabalık ve bu kadar ağır balık kokusu olmayan yerlere giderlerdi. Fakat bu gece, birisi Liman İdaresi’ndeki raylara atladığı ve ezildiği için şehir merkezindeki trenlerde gecikmeler yaşanıyordu.

Bu, kadının New York’a dair alışması gereken bir şeydi. Boston'da metro sizi hiçbir yere götürmezdi ancak istasyonlar genellikle temiz ve sessizdi, trenin içinde kimse sizi rahatsız etmezdi. Ayrıca, trenlerin önüne atlayan insanlar nedeniyle gecikmeler nadiren yaşandı. Muhtemelen trenler çok seyrek geldiği için ölmenin daha hızlı yolları vardı. New York'ta, metro genellikle sizi gitmeniz gereken yere götürüyordu ancak tahammül etmeniz gereken çok şey vardı. Mesela buradaki ilk ayının sonunda kadın, birisinin arabanın köşesine işediğini görmüştü. Defalarca para dilenilmişti. Eğer parası yoksa, aynı kişi ondan yiyecek, kalem veya mendil isteyip burnunu silerdi. L'de Brooklyn'e yaptığı bir yolculukta, direk dansı yapan bir çocuk neredeyse yüzüne tekme atacaktı. Kadın, o çocuğa para vermeyi reddetmişti.

Kadın, New York’u evi gibi hissetmediğini her söyleyişinde çok endişeleniyorsun derdi adam. Evi gibi hissetmemesinin yanı sıra, sürekli tehlikede olduğunu da hissederdi.

Abartıyorsun, diye cevaplardı adam.

Restoranda, kadına kendine has bir bakış attı. Bu bakışın iki anlamı vardı: bir, çok endişeleniyorsun ve iki, yaptığımız şey eğlenceli, ben eğleniyorum, o yüzden sen de eğlenmelisin.

Kadın eğleniyordu fakat gıda zehirlenmesi hoş olmazdı.

"Hastalanırsan beni suçlayabilirsin" dedi adam, sanki aklını okuyabiliyormuş gibi.

Nihayet, garson çiftin geldiğini fark etti. Tırnaklarındaki ojeyi soymakla uğraşıyordu. Kafasını kaldırdı ama ayağa kalkmadı, bunun yerine onları bara çağırıyormuş gibi elini salladı. İstediğiniz yere geçin dedi uykulu bir şekilde. Ardından Çince güneş anlamına gelen karakterle işlenmiş siyah bir perdeden geçerek kayboldu.

Çıkmaya ilk başladıklarında anlaşmışlardı ki, eğer bariz falsolar yoksa, ki yoktu, birlikte yaşamayı deneyebilirlerdi ve denediler de. İşleri adil hale getirmek için birbirlerinin şehirlerinde iş bulmaya çalıştılar. Tabii ki New York’un hisse senedi analistlerine olan talebi, Boston’da çömlek ustalarına olan talepten çok daha fazlaydı. 

Yaşasın diye mesaj attı adam, nakliyecilerin kadının eski dairesine geldiği gün. Kadın mesaja gülen yüz ile cevap verdi ve ardından boş oturma odası, yatak odası, banyo, mobilya yığını ve birlikte yaşamaya başladıklarında sahip olamayacağı için bağışladığı iki yemek odası takımı, yirmi tencere ve tava, yedi soyma bıçağı ve benzeri şeylerin fotoğraflarını gönderdi.

Kadın böyle biriydi, sahip olduğu her şeyin bir Excel tablosunu oluşturup adama gönderen biri ki böylece adam, kendi elinde olanların altını çizebilir; miktarı ve türünü belirleyebilirdi çünkü eğer farklı uzunluk ve kalınlıktaysa ve farklı şeyleri parçalayabiliyorsa yedi soyma bıçağına sahip olmak mantıklı olabilirdi.

Adam böyle biriydi, Excel hesap tablosuna bakıp gözlerini kısacak türden biri.

Asıl taşınmadan önce büyük bir kamyonla bir şehre gitmek için en ideal zamanla ilgili biraz araştırma yapmıştı. Çok yer kaplamak istememişti. Nakliye kamyonu kavşağı kapayıp arabaların durmadan kornaya bastığı bir karmaşaya sebep olsaydı canı sıkılırdı. İnternette New Yorkluların çetin olduğunu ve muhtemelen her şeyin üstesinden gelebileceklerini yazıyordu. Ancak internette, New Yorkluların en öfkeli olduğu yoğun saatlerden kaçınmak için sabah 5’te çıkmayı deneyin de yazıyordu.

Kadın sabah 5'te ulaştığında, adam onu binanın holünde bir kahve, fazladan bir pamuklu kazak ve coşkulu bir öpücükle bekliyordu. Öpücüğün ardından ona bir dizi anahtar uzattı. Toplamda dört anahtar vardı: biri dış kapısı için, biri çöp odası için, biri posta kutusu için, biri de dairenin kapısı için. Tüm anahtarlar aynı göründüğü için hangisinin hangisi olduğunu bulmasının bir ay sürebileceğini söylemişti ancak kadın bir günde çözmüştü. Kadın mutlu olduğu için o da mutluydu. Adamın gerçekten de Boston’da kendisinin direttiği kadar gayretli iş arayıp aramadığını sık sık merak eder ama asla sormazdı.

Sadece su alacağım dedi adam, garson ikisine birer fincan sıcak çay verdiğinde. Dışarısı sekiz dereceydi; garson, arpadan yapılan çayın kasıtlı olarak omakase'nin ilk servisi olan Pasifik istiridyesiyle servis edildiğini açıkladı. Garson on sekiz yaşından büyük görünmüyordu. Asyalıydı, elmas bir hızması ve dudağında mor bir halka vardı. Kadın onunla konuşurken sadece halkasına bakabiliyor ve kendi duygularını gizlemeye çalışıyordu. Kadın aynı zamanda Asyalı'ydı (Çinli) ve yüz piercingli başka bir Asyalı görmek, ona çocukken yapamadığı kaçamakları hatırlattı. Onun için elinden geleni yapmaya çalışan göçmen ailesinin yanına dudak halkasıyla sıkıyorsa gitsin. İlk olarak ailesi halkayı çıkarır ve tokat atardı, sonra dudak halkasının onu serseri gibi gösterdiğini ve bu ülkedekilerin şüpheli bir asyalı suratına güvenemeyeceğini hatırlatırdı. Serseri gibi gözükürse üniversiteye girmekte zorlanırdı ve iş bulamazdı. İş bulamazsa topluma dahil olamazdı. Topluma dahil olamazsa da hapse girebilirdi. Sonuç olarak, dudak halkasının ona getirisi sadece hapsi boylatmak olurdu. Sirke katılmaya niyeti yoktu. Yerli bir Afrika kabilesinin bir parçası olamazdı. O Marilyn Manson değildi. (Garip bir nedenden ötürü babası, Marilyn Manson'ın kim olduğunu biliyordu; onu dinler ve severdi.) Ardından hapishanede, dudak halkaları takan diğer insanlarla arkadaş olabilir ve bir çete kurabilirdi. İstediğin kariyer bu mu? Diye sorardı ailesi. Hapishanede dudak halkası çetesi oluşturmak mı? Hayır derdi kadın.

Adam, çay alayım o halde dedi. Güzel garsona gülümsedi. Güzel olduğunu düşünmüştü.

Mor dudak halkası saçının mor kısmıyla uyumluydu, saçı da mor ojesiyle. Buna rağmen adam, garsonun sıradan siyah üniformasına iltifat etmeyi seçmişti. Garson da bu kibarlığının karşılığında adamın yuvarlak gözlük çerçevesine iltifat etti.

Ha, bu aptal şey dedi adam, hızlıca gözlüğünü burnuna doğru iterken.

Aptal değiller dedi garson inandırıcı bir tavırla. Havalı gözüküyor. Erkek arkadaşıma hiç yakışmazdı. Bu gözlüğe yakışacak bir kafa şekli yok.

Bunu duyunca adam, ilgisini kaybetmiş olsaydı bile belli etmezdi. Fakat aksine, güzel garsonun bir erkek arkadaşı olduğunu bilmek flört etmeyi daha eğlenceli hale getirdi.

Zamane çocukları çok farklı, diye düşündü kadın. Üniversiteye kadar erkek arkadaşı olmamıştı. Mezun olmadan önce şu an olduğu kadar cesur değildi. Fakat belki de garson kızın göçmen bir ailesi yoktu. Belki de ebeveynleri burada doğmuştu ki bu da kendi katı göçmen ebeveynleri tarafından yetiştirilme şekillerine çok zıt olan, temelde hiçbir beklentinin olmadığı ya da yapılan ebeveynliğin farklı olduğu anlamına geliyordu. Bir diğer ihtimal ise evlatlık olmasıydı. Eğer öyleyse yaptığı tahminlerin tümü yanlıştı. Artık çocuklar sadece farklı değil, aynı zamanda şanslılar da diye düşündü kadın. Saçını mora boyayıp dudağını delebilmek için bazılarımızın ne kadar uğraştığını bilemezsin demek istedi garsona.

Adam, yanında put gibi oturan kadını dürttü. Dik dik bakıyorsun dedi. Garson da bunu fark etmiş ve rahatsız olmuştu.

Çayın servis edildiği kupalar kulpsuzdu. Çay o kadar sıcaktı ki ikisi de kulpsuz kupayı rahatça tutamamıştı. Yalnızca soğumasını umarak dumanı tüten çaya üfleyebilirler ve ne kadar sıcak olduğunu tartışabilirlerdi. Şimdiye kadar suşi şefi ikiliye tek kelime etmemişti. Fakat çayı içmedikleriklerini görmek, Pasifik istiridyesini (ki bu kadar lezzetli olacağını tahmin etmemişlerdi) hazırlayan şefi rahatsız etmiş gibiydi.

Bu bir japon geleneğidir, dedi sonunda. Barın üstünden kadının kupasını almak için uzandı. Daha sonra nazikçe iki parmak ucu ve bir başparmağıyla kupanın en ucundan tuttu. Diğer elini de sanki bir fincan altlığıymış gibi kupanın altına yerleştirdi. Bu bir Japon geleneğidir, dedi tekrar. Kupayı kadına geri verdi. Çift, şefi taklit etmeyi denedi ama derileri belki de ondan daha inceydi ki kupayı Japon geleneğiyle tutmak ellerini kaynar suya sokmaktan farksızdı. Adam kupasını yere koydu. Ancak kadın şefi gücendirmek istemedi ve ellerinin uyuştuğunu hissedene kadar kupasını tuttu.

Adam, şefin İngilizce konuşabildiğini öğrenmesiyle beraber onunla konuşmayı denedi.

Ne tür bi kupa bu? Diye sordu adam. El yapımı görünüyor. Sırı muhteşem. Ardından adam kadına döndü ve bardakların yeşil-mavi sırlarının nasıl farklı göründüğünü belirtti. Daldırma tekniği dedi, kupasının bu kısmı, kadınınkinden daha ince ve koyuydu.

Hmm, dedi kadın. Ona göre kupa yalnızca bir kupaydı.

Bu bir yunomi, değil mi? Dedi şefe. Uzunluğu genişliğinden daha fazla, kulpsuz. Evet, kulpsuz, ayakları da kesilmiş. Geleneksel çay törenlerinde kullanılır.

Şef şüpheyle adama baktı. Adam belki de onunla dalga geçiyor olabileceğini düşünmüştü, çünkü bazen insanlar başka kültürden birileriyle karşılaştıklarında, sırf alay etmek amacıyla, büyük bir samimiyetle yaklaşıp, dalga geçtikleri kişi kendini aptal konumuna sokana kadar onlardan bilgi emerlerdi.

 

Çömlek ustasıdır, dedi kadın.

Adam, “Bunu neden yaptın?” Der gibi hızla kadına döndü. Çok eğleniyorduk. Ardından arkasına yaslandı ve her an tabureden düşebilirmiş gibi gülmeye başladı. Üzgünüm, dedi şefe. Seni zor durumda bırakmak istememiştim. Kupa çok güzel, mutfağınızda böyle bir şeye sahip olmaktan gurur duymalısınız. Ben gurur duyardım.

Şef teşekkür etti ve onlara ilk balık parçalarını, adamın incelememeye söz verdiği benzer yeşil-mavi seramik tabaklarda ikram etti.

Tadını çıkarın, dedi şef ve sorun olmadığını belli ederek sağlamca başparmağını kaldırdı. Adam da kendi başparmağıyla karşılık verdi.

Kadın, erkeğin her şeyi bu kadar kolay halletmesini severdi. Hiçbir şeyi çok ciddiye almazdı. Doğasında dışa dönüklük vardı. Şimdiye kadar kadın, adam stüdyosunda tek başına çalışmasına rağmen, başkalarıyla birlikte olmaktan sadece zevk almadığını, buna ihtiyaç duyduğunu da biliyordu. Adam, dışarıdayken gördüğü herkesle ama herkesle konuşurdu.

Bazen bu, suşi şefiyle yaptığı gibi muzip bir konuşma olur; bazen de güzel garsonla yaptığı gibi çapkınca şakalaştığı bir konuşma. Flört etmesi kadını rahatsız etmezdi. Hatta erkeğin arzulanması onu iyi hissettirdi. Yakışıklı olmadığı halde samimi bir yüzü ve pembe yanakları vardı. Sağlıklı kelimesinin karşılığı gibiydi. Bir Norman Rockwell tablosundan fırlamış olabilecek biri.

İlk resmi randevuları Skype'ta olmuştu. İkisinin de bir şişe şarap içmesinden ve aynı filmi kendi dizüstü bilgisayarlarında izlemelerinden ibaretti. Adam, Parlayan Hançerler’i önermişti ve kadın başka bir şey izlemenin ona uyacağına söylemişti. Belki alenen Çinli olmayan ve, yetenekli Zhang Yimou’la sorunum yok ama bu kadar eski kafalı olmayan herhangi bir şey. “eski kafalı” derken ne demek istiyorsun? Diye sormuştu adam. Tang Hanedanı’ndan bahsediyorum, dedi kadın.

Kadın, asyayla alakası olmayan film konularına, günümüzde geçen daha ana akım bir şey izlemeye uyardı.  Adamın onu rahat hissetmesini sağlamasına ihtiyaç duymuyordu, tabii eğer yapmaya çalıştığı şey buysa. 

Ama eleştirmenlerce beğenilen bir film, diye yanıtladı adam.

Böylece Parlayan Hançerleri izlemeye başladılar. Filmin tamamı Çince’ydi ve İngilizce altyazısı vardı. Havaya girmeye başladıklarında, adam kadına tüm altyazıların doğru olup olmadığını sordu. Sanırım dedi kadın, söylenenlerin sadece yarısını anlamasına ve kendisinin de altyazıyı okumasına rağmen.

Adam, Wuxia hakkında kadından çok daha fazla şey biliyordu. Tang Hanedanı hakkında da çok daha fazla şey biliyordu, özellikle de çömlekçiliği hakkında. Bu hanedan döneminde Çinliler renkli sırları mükemmelleştirmişlerdi. En bilineni; yeşil, sarı ve beyazın bir kombinasyonu olan üç renkli sırları mükemmelleştirmeleriydi. Hatta bunun için kullanılan Çince kelimeyi bile söyledi, sancai, kadın biraz şok olmuştu. Hayır, fazlasıyla şok olmuştu. Film bittiğinde ve şaraplar içildiğinde, sırları görürsen demek istediğimi anlarsın, dedi. Ertesi gün ona sancai sırlı Tang Hanedanı’ndan bir devenin fotoğrafını gönderdi. Son yirmi beş yıldır annesinin şöminesinin yanında duran devenin aynısıydı.

Kadın, arkadaşlarının bir kısmına sordu. Çoğu Asyalıydı ama Asyalı olmayan birkaç arkadaşı da vardı. Bu bir falso mu? Eğer kadınla sadece Çinli olduğu için ilgileniyorsa bu adamla devam edemezdi. Kadın bu tür adamların varlığını duymuştu, özellikle de internetten tanışılanların varlığı. “Sarı humma hastalığı” diye bir şey duymuştu. Buna sarı humma denmesinden hoşlanmamıştı. Sivrisineklerin taşıdığı ve ciddi şekilde enfekte olmuş dört kişiden birini öldüren bir hastalığın ardından bir tür fetişi adlandırmak, bu fetişi biraz açıklıyordu. En yakın arkadaşları ona her zamanki gibi en iyi yaptığı şeyi yapıp kuruntu yaptığını ve her şeyde kusur bulduğunu, bu sebepten de otuz altı yaşında bekar olduğunu söylemişti. Bir çömlek ustası olarak adam tabii ki çanak çömlek tarihini biliyordu. Ayrıca muhtemelen, Parlayan Hançerler’i iyi bir film olduğundan sevmişti. Asyalı olmayan arkadaşlarından biri, o sıradan bir erkek ve muhtemelen sadece dövüş sanatlarının havalı olduğunu düşünüyor dedi. Asyalı arkadaşlarından biri, muhtemelen sadece seni etkilemek istiyor dedi.

Göreceğiz, diye cevaplamıştı kadın.

Bir sonraki Skype buluşmaları için İngiltere'de geçen bir romantik komedi önerdi. Ertesi hafta bir Amerikan aksiyon filmi. Önümüzdeki hafta bir Rus casus draması. Bittikten sonra önce film hakkında, sonra başka şeyler hakkında sohbet ettiler. Ona, geçmişte birkaç ciddi ilişkisi olduğunu, sonuncusunun birkaç sene önce bittiğini söyledi. O nasıldı? Diye sordu kadın, sadece Çinli olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Adam, biraz sinir hastası olmasına rağmen iyi olduğunu söyledi. Tamam ama nasıl biriydi? Diye tekrar sordu kadın; adam da Ne demek istiyorsun? Yahudi ve uzun boyluydu dedi. Adam bir daha Çin filmi izlemeyi önermemişti. Buluştuklarında Çin lokantalarında değil, Fransız, İtalyan ve Japon restoranlarında yemek yediler. Kadın, adam sıradan biri olduğu için heyecanlanmıştı. Arkadaşlarının çoğuyla tanıştı ve daha sonra kendisi gibi biriyle tanıştığı için ne kadar şanslı olduğunu söylemenin bir yolunu buldu: bekar, Amerikalı -bir sanatçı, o kadar- ve yaşıt. Bazı Asyalı arkadaşları için "Amerikalı" "beyaz" demekti ve bu da bir şekilde kadının sınıf atlamış olduğu anlamına geliyordu. Daha önce bunların hiçbirini düşünmemişti ama şimdi düşünmüştü. Belki de tüm bunları daha önce düşünmüştü ve yeni kabul ediyordu. Sonunda kadın, adama ilk buluşmaları için neden Parlayan Hançerler’i seçtiğini soracak kadar rahat hissetmişti. Verdiği cevap, arkadaşlarının söylediklerinden daha da derin değildi. Rastgele bir seçim olduğunu açıkladı. O gün, film, internette izlemek isteyebileceği bir şey olarak karşısına çıkmıştı. Eleştirmenlerce beğenilmişti, dedi tekrar.

Böylece sorun çözüldü. Neden kadınla çıktığıyla ilgili büyük soru ortadan kalkmıştı. Çinli olması bir faktör değildi. İkili, bu dünyadaki bir milyar kadar Asyalı kız-beyaz erkek çiftinden sadece biriydi.

Suşi şefi elleriyle hızla çalışmaya başladı ve kadın büyülenmeden edemedi. Ilık pirinçlerin olduğu devasa ahşap kaptan iki küçük pirinç topu çıkardı. Toplara şekil vererek ince uzun parçalar haline getirdi. Ardından iki parmağıyla, işaret ve orta, pirincin üstüne bir dilim balık sıkıştırdı, sanki parlak bir oyuncak arabayı sergiliyormuş gibi avucundaki nigiri'yi çevirdi. Son bir dokunuş olarak, ince bir fırçayı bir kase siyah sosun içine daldırdı ve arabanın üstünü hafifçe boyadı. Bazı parçalar için, nigiri'nin etrafına ince bir nori şeridi sardı. Diğerleri için ise balık dilimlerini küçük bir ızgarada kavurmaya bıraktı.

Kadın etkilenmişti. Şef, Four Seasons veya Mandarin Oriental'a aitmiş gibi görünüyordu. Servis aralarında pişirme tezgahını sildi ve onlarla sohbet etti. Yumuşak bir şekilde konuşuyordu, bu da çiftin dikkatlice dinlemesi ve ağızlarını şapırdatmaması gerektiği anlamına geliyordu.

Adam şefe sadece birkaç blok ötede yaşadıklarını söyledi. Şef, Queens'de yaşıyordu ama aslen Tokyo'luydu. Adam şefi daha önce burada çalışırken gördüğünü söyledi. Şef bunun imkansız olduğunu söyledi. Adam gördüğünü diretti. Stüdyodan dönerken her gün bu restoranın önünden geçtiğini ve hiç gelmemiş olmasına rağmen ara sıra içeriye göz attığını ve barın arkasında gayretle çalışan bir aşçı -seni, dedi - gördüğünü söyledi.

Şef kıkırdadı ve "Bu imkansız" dedi. Neden imkansız olsun? Diye sordu adam.

Çünkü bu benim burada çalıştığım ilk gün. Ah, dedi adam, ama yanıldığını kabul etmeyi reddederek devam etti. Restoranın bir aile işletmesi olup olmadığını sordu. Şefin kendisini görmemişse ona benzeyen erkek kardeşini ya da arkadaşını görmüş olabilirdi. Tabii şef mülakat için de gelmiş olmalıydı. Belki de o gün baktığında şef aslında oradaydı, kardeş veya arkadaş olabilecek önceki şeften işin nasıl yapılacağını öğreniyordu. Bu noktada kadın elini erkeğin kalçasına koydu.

 

Şef tekrar kıkırdadı, ama diğerinden daha uzun ve yüksek sesliydi. Kadına baktı ama kadın bakışına karşılık verebilecek gibi hissetmiyordu. Bunun bir aile lokantası olmadığını açıkladı. Önceki şefi tanımıyordu. Dün işe alınmıştı ve mülakatı telefonda yapmıştı.

Adam sonunda konuyu geçmeye karar verdi ve kadın rahatladı. Eğer devam etseydi, bir şeyler söylemesi gerekecekti.  Adama, pencerede gördüğü şefin bu şef olduğunu ve şeflerin kardeş olabileceğini varsaymanın kulağa duyarsız geldiğini (dolaylı bir şekilde) açıklamak zorunda kalacaktı. Bu dolaylı açıklama, “aslında hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz” gibi bir şaka içermeli ve adam gülmeli, kadın gülmeli, şef kıkırdamalıydı. Şaka olarak söylenmeliydi çünkü kadın, erkeğin duyarsız görünmek istemediğini biliyordu; sadece haklı olmak istemişti. Ayrıca kadın yoktan bir şeyi büyütmek istemiyordu. Her ufacık minicik şeyi fark eden ve onu ırkçılığa getiren kadınlardan biri olmak istemiyordu. Zaten o ve onun en yakın Asyalı arkadaşları da böyle şakalar yapıyordu, tipik olarak insanların saçlarının ve gözlerinin rengine göre betimlenildiğini düşünürsek kulağa herkes aynı gelmiyor muydu?

Ancak bununla ilgili arkadaşlarıyla şakalaşmak adamla şakalaşmaktan farklıydı.

Kadın o an şefle bir yakınlık hissetti, sonra geçti.

Çift çaylarını bitirdikten sonra, garson geri geldi ve onlara bir şişe süzülmemiş sake doldurdu. Daha önce yaşanan olaydan hala rahatsızlık duyuyor gibiydi. Sadece adamla konuştu ve nigorinin bitki notaları ve krizantem ipuçları olduğunu açıkladı. Kadın, sake’yi kafasına dikti, tadını alamamıştı. 

Adam, uzun bir süre burnunu bardağının üzerinde gezdirdi ve içinde ne olduğunun sinsi ipuçlarını alabildiğini söyledi.

Alkol? Dedi kadın. Başka bir şey.

Kasımpatı? Başka bir şey.

Kadın, belki de erkeğin aldığı kokunun saçmalık olduğunu eklemek istedi, çünkü açıkça garson her şeyi uyduruyordu. Kadının bunun bilmesinin sebebi ise şişenin arkasını okumasıydı, sake'nin meyveli bir şeylerle bir miktar turunçgil içerdiği yazıyordu.

Neyim var? Diye düşündü kadın. Durup dururken sinirlenmişti. Gerçekten durup dururken. Adam eğildi ve kadının çenesinin altındaki parmağı okşadı. Kadın daha iyi hissediyordu ama tamamen geçmemişti. Şef, iki ince parça kapan balığını doğrarken onlara gülümsedi.

Bir süre sonra adam şefle tekrar sohbet etmeye başladı. Meraklı olduğunu söyledi adam. Suşi lezzetliydi ve şefin önceden nerede çalıştığını merak ediyordu. Yılların birikimi olmalıydı. Öyle gözüküyordu. İkisinin de adına konuşan adam devam etti, yıllardır böyle bir omakase yemediklerini ve şehrin bazı en iyi mekanlarına gittiklerini söyledi.

Mesela neresi? Diye sordu şef.

Adam mekanları sıraladı ve şef onaylayan bir şekilde başını salladı, adam da gülümsedi. Kadın araya girme ihtiyacı hissediyordu. Saydığı omakase mekanlarının çoğu onun önerisiydi. Dürüst olmak gerekirse, ilk çıkmaya başladıklarında omakase’nin ne olduğunu bilse de hiç denememişti. Adam da hiç fırsatı olmadığını söylemişti; kadın düşündü, eğer bu nasıl devam ettireceğimi bilmediğim bir şifreyse, içeride yanlış siparişi verip aptal gibi gözükmek istemiyorum. Bu yüzden, ilk yüz yüze buluşmalarından birinde onu Boston’da bir mekana götürmüştü. Şefi tanıyordu, Çinliydi. Pek çok Çinli şef, önemli ölçüde daha klas ve daha kazançlı olduğu için Japon yemeklerine yönelmişti. Japon omakasesi hakkında Çinli şefle Çince konuşmuştu; bu, Japonlardan nefret etmesi öğretilmiş olan ebeveynlerine ya da Çin-Japon Savaşı'nı yaşamış ve Japonlardan nefret eden büyükanne ve büyükbabasına nasıl tarif edeceğini bilemeyeceği bir deneyimdi.

Neyse ki, tarihin bu kısmı kadının kimliğinin bir parçası değildi. Amerika'da büyümüştü. Japon halkına, kültürüne veya yemeğine karşı hiçbir düşmanlık hissetmemişti. Her neyse, asıl mesele şuydu ki, New York'taki adamı ziyaret ettiğinde, adamın listelediği yerlere bakmıştı. Adama Japonca'da omakase'nin "Sana bırakıyorum" anlamına geldiğini öğretmişti. Bir şey daha vardı.

Hesabı kadın ödemişti. Her zaman değil ama çoğu zaman, özellikle daha pahalı yerlerde. Kadına göre kendisinin ödemesi mantıklıydı. Daha fazla kazanıyordu ve omakase'yi birlikte denemek onların şeylerinden biri haline gelmişti. Bir şeyleri olmasını sevmişti.

Boston’da da bir mekan vardı, dedi kadın araya girerek. Hatırlıyor musun? Hani seni götürdüğüm. İlk omakase’yi denediğin zaman. Kadın bunu söylerken çok savunmacı olup olmadığını merak etti ama yine de söyledi.

Elbette, dedi adam ona bakmadan. Peki, nerede çalıştığını söyleyecek misin? Diye sordu şefe.

Şehir merkezinde bir restoran, dedi. Ardından neresi olduğunu söyledi, ama ne erkeğe ne de kadına tanıdık gelen bir isim değildi.

Bilmeyebilirsiniz, dedi. Çok özel bir yerdi. Pahalı ve üst sınıf.

Her gün açmazdık. Sadece rezervasyon yapıldığında açardık. Rezervasyon yaptırmak için yazılı olmayan özel bir numarayı aramalıydınız, o da sadece ağızdan ağıza yayılırdı. Aradığında müdürle konuşup konuşamayacağını sorardın. Müdür seni tanımalıydı, yoksa yanlış numarayı aradığını söyleyip kapatırlardı.

Şaka yapıyorsun, dedi adam. Sonra kadına baktı ve bunu duydun mu dedi.

Duymuştu. Şef fısıldamıyordu. Adam barın üzerine eğildi, bu yüzden vücudunun üst kısmı nori tepsilerinin ve sos kaselerinin üstündeydi. Mutfakta annesinin abur cubur vermesini bekleyen küçük bir çocuk gibi dirseklerine yaslanmıştı. Çok tatlı, dedi kadın içinden ve bir an olsun kendini yeniden iyi hissetti.

Büyük ihtimalle o durumdan sıkılmışsındır, dedi adam. Tüm o zenginlerle uğraşmaktan.

Hayır.

Sebebi stresti sanırım. Eminim böyle bir mekanda seni saatlerce ölesiye çalıştırmışlardır. Tüm o kişisel partiler. Parasıyla daha iyi bir şey yapamayan insanlar.  

Hayır

Bir de istediğin her şeyi yapamamak. Müşteri ister ve alır. Bu kadar özel bir mekanda muhtemelen bazı garip istekler alıyorsundur.

Evet ama kovulma sebebim bu değildi. Kovulmak?

Adamın daha da ilgisini çekmiş gözüküyordu. Bunu duydun mu? Dedi kadına. Ona göre eğer yüksek sınıf bir şef kovulmuşsa, bu şefin haydutluk damarı olduğu anlamına geliyordu, bu da adamın saygı duyabileceği bir şeydi. Ayrıca sarhoş olmak üzereydi. Sake şişesi boştu ve garson bir tane daha getirmişti.

Ne için kovuldun? Diye sordu adam. Şefe bir fincan sake teklif etti, ancak şef reddetti.

Kadın elindeki kupayı çevirdi ve şefin arkasındaki duvara baktı, üzerinde üç minik tekneyi ezmek üzere olan dev bir dalganın resmi vardı. Kadın, kendisinin ve erkeğin tamamen farklı alanlarda çalışmasından hoşlanıyordu. Bu, aralarında çok az rekabet olduğu ve ortak yönlerinin gerçek olduğu anlama geliyordu. Adamın paraya hiç ilgisi yoktu ve bu durum kadını büyülerdi. Özgür bir ruha sahipti, ama gerçekten parayı bu kadar önemsemiyorsa şu ana kadar nasıl hayatta kalmıştı? Öte yandan kadın, para ve paranın nereden geldiği konusunda da endişeliydi. İşini seviyordu ama en çok hoşuna giden kısmı sabit ve aylık maaş alıyor olmasıydı. Fakat böyle şeyleri bankacı arkadaşlarına çeki nasıl paylaştıracaklarına dair pratik açıklamalar yaparken anlatan kadın, adama söyleyemezdi.

Adam bunu söyledikten sonra şaka yaptığını herkese gösteren o komik göz devirme hareketini yaptı. Komikti. Kadın, adamla birlikte güldü. Ama daha sonra, kadın bunu neden yaptığını sorduğunda, başına bir elini koydu ve kuruntu yaptığını söyledi. Adam, sadece onunla gurur duyduğu için alay ediyordu. Bir milyon yılda yapamayacağı bir şey yaptı. Sayılar, grafikler:  telefonda bile duymak başını döndürdü ama iş açıkça önemli ve gerekliydi. Ayrıca bununla başa çıkabiliyorsun çünkü, kabul edelim, sen benden daha zekisin. Adam bunu söylemişti. Adam bunu söylediğinde kadının karnından ağzına doğru mutlu bir balonun yükseldiğini hissetti.

Ne için kovuldun?

Şef cevap vermedi. Bunun yerine, şimdi kırmızı balçıkla kaplanmış ellerini yıkadı ve yakındaki somonun derisini kızartmak için bir pürmüz lambası aldı.

İlişkilerinin ilk yılında kadın adamı ebeveynleriyle tanıştırmaya götürmüştü. Massachusetts’ın Springfield ilçesinde toplu konutların olduğu bir arazide yaşıyorlardı. Babası protez uzuvları tasarlayan bir şirkette çalışıyordu. Annesi ev hanımıydı. Çin’de yaşıyorlarken daha farklı işleri vardı. Babası bilgisayar bilimleri profesörü, annesi ise satış memuruydu, fakat eski görevlerindeki başarıları, kendi dillerinde konuşkan ve esprili olmalarına dayanıyordu ve bunlar İngilizceye çevrilecek şeyler değildi. Ara sıra babası akademik bir iş bulmak için arayışa çıkıyor ve mülakat aşamasına kadar gelebiliyordu, bu noktada da bir sınıfta ders vermesi gerekiyordu. Olabildiğince tertipli giyinirdi. Dikkatlice notlar hazırlardı. Ardından, ders sırasında genelde kendisine tek bir soru sorulurdu o da arka sıradaki şımarık bir çocuğun lütfen bir şeyi tekrarlayabilir misiniz sorusu. Annesi JCPenney’de işe girmişti ama sonunda istifa etti. Çin’de, etkili bir satış görevlisi müşterileri bir gölge gibi takip etmeliydi ancak JCPenney’de kimse annesinin bunu yapmasını istemiyordu. İşin aslı, annesi sık sık hırsız gibi görünmekten bildirilmişti. Yine de ebeveynleri plastik bir posta kutusu olan ve diğerlerine benzeyen iki bin metrekarelik evlerinde rahattılar. Belki de ailesi, banliyö evlerinin diğerlerine benzemesinden hoşlanıyordu çünkü dışarıdan bakıldığında içeride Çinli bir ailenin yaşadığını tahmin edemezdiniz. Ailesi Çinli olmaktan utandığından değildi, kızlarına da utanmamayı öğretmişlerdi. Sen de herkes kadar iyisin, derlerdi kadına, böyle düşünmesi gerektiğini fark etmeden önce bile.

Kadın, ebeveynlerinin nasıl bir tepki vereceğinden emin değildi. Eve başka erkek arkadaşlar da getirmişti ama hiçbir zaman çok samimi davranmamışlardı. Adam, eve uzun zaman sonra getirdiği ilk erkek arkadaşıydı. Ne yazık ki, bu aynı zamanda hangi ırktan olduğu sorusunu cevaplamayı zorlaştırıyordu çünkü kadının eve getirdiği ilk beyaz erkek arkadaş olacaktı. Bu durumda ebeveynleri kızlarının kız kurusu olmayacağı için rahatlar mıydı yoksa arkadaşlarının da belirttiği gibi şaşırtıcı bir şekilde şanslı olduğunu mu söylerlerdi? Hayattaki her

karmaşık soruda olduğu gibi, muhtemelen ikisinin bir karışımıydı. Öyleyse elliye elli bir karışım mıydı yoksa yirmiye seksen bir mi? İkincisiyse hangisi seksen hangisi yirmiydi?

Hafta sonu boyunca kadın, telaştan bayılacak gibi hissetmişti. Beyni son hızda çalışıyordu. Adamın, annesinin marketten aldıklarını taşımaya ve babasının garaj yolunu küreklemesine yardımcı olduğunu izledi. Babası dışarı çıkıp bir şişe viski ile geri döndüğünde şaşkınlık içindeydi. Viski içtiğini bilmiyordu. Elliye elli hesabına viskiyi de katmak zorundaydı. Annesi her öğün için bir çift yemek çubuğu ve çatal bıçak takımı koydu. Adam yemek çubuklarını kullanmayı seçtiğinde, ailesi ona sanki kare ahşap bloku kare deliğe sokmuş akıllı bir maymunmuş gibi gülümsedi. Hatta yemek çubuğunu düzgünce kullanması gülümsemelerini, hatta alkışlamalarını sağladı.

Ardından saçının renginden ayakkabılarının rengine kadar her konuda ona iltifat ettiler.

Kadın, Ebeveynlerinin ona iyi davranmasıyla asyalı ebeveynlerin zor olduğu klişesini ortadan kaldırdığı için memnundu. Önceden adama ebeveynlerinin soğuk davranmaya eğilimli olduğunu açıklamıştı ancak soğukluk yıllardır memleketlerinden uzakta, ezildikleri bir yerde yaşamalarının yansımasıydı.

Ebeveynlerinin hiç de soğuk olmadığı ortaya çıktığında, kadın memnundu, sonra neden biraz daha zor olmadıklarını merak etti. Neden babası çok tipik bir Amerikalı baba gibi davranmamıştı ve adamı aynı basmakalıp bir kapının önünde aynı basmakalıp bir gözdağıyla karşılamamıştı?

Hafta sonunun sonunda annesi, New York'a taşınmayı düşünmesi gerektiğini söylemek için kadını kenara çekmişti.

Bu fikri adam ortaya atmıştı ve kadın nasıl yanıt vereceğini bilmiyordu. Henüz emin değilim, dedi annesine. Her iki yerde de iş arayacağız.

Annesi başını salladı ve güzel dedi. Sonra kadına böyle bir adamın sonsuza kadar beklemeyeceğini hatırlattı.

Omakase’nin son servisi için şef onlara suşi pilavı üzerinde klasik tamago yumurtası sundu. Yumurta kabarık ve tatlıydı. Nasıldı? Diye sordu şef. Her servisten sonra omuzlarını öne eğerek bu soruyu sormuştu ve yediğimiz en iyi suşi pilavı üzerinde klasik tamago yumurtası cevabı ise omuzlarını kuvvetli bir rüzgârmışçasına geriye itti.

Japon geleneği, diye düşündü kadın. Belki de Asya geleneğiydi. Belki de İnsani bir gelenek.

Tatlı, iki büyük kaşık mocha dondurmasıydı. Adam, yemeğin geri kalanında şefe neden kovulduğunu sormaya devam etti. Bir şişe sake daha gelmişti.

İlginç bir sebepten değil, dedi şef.

Ondan şüpheliyim, dedi adam. Haydi. Burada hepimiz arkadaşız.

Ne kadın ne de adam şefin adını bilmiyordu, şefin de çiftin adlarını bilmediği gibi.

Yemek sırasında restorana başka kimse girmemişti. İnsanlar pencerenin önünde durup menüye baktılar ama hiçbiri içeri uğramadı.  

Yönetim, dedi şef nihayet. Suşi yapmayı bitirmiş ve tezgahı temizlemeye başlamıştı. Tezgahı temizler ve bezini yıkardı. Sonra tezgahı tekrar temizlerdi.

Kadın, amacının artık temizlik yapmak olmadığına karar verdi. Hikayeyi anlatırken yapması gereken bir şey varmış gibi görünmesi gerekiyordu.

Ne oldu? diye sordu. Bu noktada, ne olduğunu kendisi de biliyordu.

Üç hafta önce kovuldum, dedi şef. Müdür, iznimin olduğu bir günde elli kişilik bir parti ayarlamıştı. Sonra benim gelmemi söyledi. İlk başta hayır dedim ama parti, devamlı müşterilerimizden biri içindi. Tek başıma elli kişilik bir partiye hizmet edemeyeceğimi ve yardım çağırması gerektiğini söyledim. Tamam dedi ve bir saat sonra oraya gittim. Fakat yardıma gelen kimse yoktu, yalnızca ben vardım. Yönetici Çinli idi ve diğer şefleri aradığını ama kimsenin gelmediğini söyledi.

Şef, bezini yıkamak için bir an için temizlemeyi bıraktı. Ben aptal değilim, dedi ve devam etti. Bunun uydurmaca olduğunu biliyordum. Bu yüzden sadece iki kişilik suşi yaptım. Diğer kırk sekiz kişiye suşi yapmayı reddettim ve ardından partideki herkes gitti.

Cüretkar, dedi adam.

Kadın hiçbir şey demedi. Azı dişlerinin arasına sıkışmış bir yumurta parçası vardı ve onu diliyle çıkarmaya çalışıyordu. Yapamayınca parmağını kullandı. Parmağını ağzının arkasına soktu. Ardından artık sarı ve kabarık değil, beyaz ve köpüklü olan yumurta parçasını peçetesine sildi.

Ben Çinliyim, dedi kadın ailesinde de olabilecek bir refleks gibi kelime ağzından çıkarken. 

Şef tezgahını temizlemeye döndü. Adam boğazını temizledi. Adam, özellikle kadına ya da şefe değil, görünmez bir izleyiciye, şefin kastettiği bu değildi, dedi.

Biliyorum, dedi kadın. Adama bakıyordu. Bunu kastetmediğini biliyorum. Sadece söylemek istedim. Ben de bir şey kastetmiyorum.

Adam gözlerini devirdi ve kadının içinde öfkenin bir patlaması yükseldi. Belki de iki patlama. İki kürdanı alıp adamın güzel gözlerinin içine sokarak devrilmelerini engellemeyi hayal etti. Ardından kendine bir şiş zeytinle en kurusundan bir Dry Martini hazırladığını hayal etti.

Üzgünüm, dedi şef. Şimdi de susam ve kurutulmuş ton balığı kutularını organize ediyordu. Gülümsüyor ama göz teması kurmuyordu. Anında mırıldanmaya başlayacak, kadın söylediği şey için mi yoksa Çinli olduğu için mi üzgün olduğunu soramayacaktı.

 

İkisinin de karışımı mı? Kadın, hangisi olduğunu ya da hangisinin daha ağır bastığını sormak istedi ama sorarsa saçmalayan taraf kendisi olurdu. Saçmalayan taraf olmak istemezdi ama sessiz kırılgan bir çiçek de olmak istemiyordu. Kadın için işte böyleydi, bu iki uç nokta arasında kalmış, ağzından hiçbir şey çıkaramıyordu. Açıkçası ne söyleyebilirdi ki? Şef altmış yaşın üstündeydi. Çinliler zaten duyduğu kadarıyla uyduruğun da uyduruğuydu.

Adam kadına hiçbir zaman tatlım demezdi. Tatlım dedi, bence fazlasıyla içtin. Sonra şefe döndü. Sanırım gitme vakti.

 

Şef bu olaydan sonra yalnızca garsonla konuştu. Çiftin hesabı ödemesine yardımcı olmak için onu çağırdı. Adam fark etmemiş gibi davranırken kadın kredi kartını çıkardı. Her zamanki gibi yüzde yirmi bahşiş verdi.

 

O neydi öyle? Dedi adam dışarı çıktıkları an. Hava soğumuştu. Eve yürümeleri on beş dakika sürerdi.

Ona kızgın değilim, dedi kadın.

Olmamalısın da. Sadece bir hikayeyi anlatıyordu. Tekrarlıyorum, ona kızgın değilim.

Adam anlayış gösterdi. Bir süre sessizce yürüdükten sonra adam sessizliği bozdu, Bak, hikayeyi ben anlatmadım ve her şeyi bu kadar üstüne alınmaman gerektiğini öğrenmek zorundasın. Her şeyi üstüne alınıyorsun.

Öyle mi yapıyorum?

Ayrıca, biraz daha kendinin bilincinde olmalısın. Neyin bilinci?

Adam içini çekti.

Neyin bilinci?

Adam, boşver dedi. Ardından elini kadının başına koydu ve kuruntu yapmayı bırakmasını söyledi.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder