WEIKE WANG
Omakase
Çift, bu gece suşi yemek için dışarı çıkmaya karar vermişti.
İki yıl önce internette tanışmışlardı. 3 ay önce de beraber yaşamaya
başladılar. Kadın, adamla New York’ta yaşamaya başlamadan önce Boston’da
oturuyordu.
Kadın, şehir merkezinde bir bankada hisse senedi
analistiydi. Adam ise şehir dışında bir stüdyoda çömlek ustasıydı. İkisi de
otuzlarının sonundaydı ve çocuk istemiyorlardı. İkisi de Asya Mutfağını severdi
ve bunun asıl sebebi suşi; özellikle de omakase’ydi. İkisinin de hoşuna giden
şey şaşırtmacalı olmasıydı ve ikisine de farklı sebeplerden dolayı uyuyordu.
Kadın, karşısındaki seçeneklere bakarken gerilir ve ilk kararını sorgulardı.
Adam ise akışına bırakmayı severdi. Kadın, birçok sayfa ve kelimeden oluşan
menüyü kurcalarken en iyi seçim hangisi? diye sorar; adam da şu an yemek
istediğin şey en iyi seçimdir diye cevaplardı.
Adam, ulaşmadan önce restoranı “duvar deliği kadar” olarak
tanımlamıştı. Orayı, Harlem merkezinde bulunan en iyi suşi mekanları
sıralamasında keşfetmişti. Aslında çok da mekan yoktu. En iyi suşi mekanları
yerine, tüm suşi mekanlarının listesi de denebilirdi. Hazırlıklı ol, dedi adam.
Hiçbir şey gerçekten de duvar deliği kadar olamaz, diye cevapladı kadın. Fakat
restoran, adamın tarif ettiği gibi suşi barı ve yazar kasası olan küçük bir
odadan ibaretti. Barın arkasında yaşlı bir suşi şefi duruyordu. Yazar kasanın
arkasında da genç bir garson oturuyordu. Kadının tahminine göre buraya en fazla
altı yetişkin ve bir çocuk sığabilirdi. İyi ki suşi küçük dilimlenmişti. Kadın
girişte adama bir bakış attı. Bu bakış her şey yolunda gidecek mi? Bakışıydı.
Suşi için genellikle şehir merkezindeki parlak ışıklı, kalabalık ve bu kadar
ağır balık kokusu olmayan yerlere giderlerdi. Fakat bu gece, birisi Liman
İdaresi’ndeki raylara atladığı ve ezildiği için şehir merkezindeki trenlerde
gecikmeler yaşanıyordu.
Bu, kadının New York’a dair alışması gereken bir şeydi.
Boston'da metro sizi hiçbir yere götürmezdi ancak istasyonlar genellikle temiz
ve sessizdi, trenin içinde kimse sizi rahatsız etmezdi. Ayrıca, trenlerin önüne
atlayan insanlar nedeniyle gecikmeler nadiren yaşandı. Muhtemelen trenler çok
seyrek geldiği için ölmenin daha hızlı yolları vardı. New York'ta, metro
genellikle sizi gitmeniz gereken yere götürüyordu ancak tahammül etmeniz
gereken çok şey vardı. Mesela buradaki ilk ayının sonunda kadın, birisinin
arabanın köşesine işediğini görmüştü. Defalarca para dilenilmişti. Eğer parası
yoksa, aynı kişi ondan yiyecek, kalem veya mendil isteyip burnunu silerdi. L'de
Brooklyn'e yaptığı bir yolculukta, direk dansı yapan bir çocuk neredeyse yüzüne
tekme atacaktı. Kadın, o çocuğa para vermeyi reddetmişti.
Kadın, New York’u evi gibi hissetmediğini her söyleyişinde
çok endişeleniyorsun derdi adam. Evi gibi hissetmemesinin yanı sıra, sürekli
tehlikede olduğunu da hissederdi.
Abartıyorsun, diye cevaplardı adam.
Restoranda, kadına kendine has bir bakış attı. Bu bakışın
iki anlamı vardı: bir, çok endişeleniyorsun ve iki, yaptığımız şey eğlenceli,
ben eğleniyorum, o yüzden sen de eğlenmelisin.
Kadın eğleniyordu fakat gıda zehirlenmesi hoş olmazdı.
"Hastalanırsan beni suçlayabilirsin" dedi adam,
sanki aklını okuyabiliyormuş gibi.
Nihayet, garson çiftin geldiğini fark etti. Tırnaklarındaki
ojeyi soymakla uğraşıyordu. Kafasını kaldırdı ama ayağa kalkmadı, bunun yerine
onları bara çağırıyormuş gibi elini salladı. İstediğiniz yere geçin dedi uykulu
bir şekilde. Ardından Çince güneş anlamına gelen karakterle işlenmiş siyah bir
perdeden geçerek kayboldu.
Çıkmaya ilk başladıklarında anlaşmışlardı ki, eğer bariz
falsolar yoksa, ki yoktu, birlikte yaşamayı deneyebilirlerdi ve denediler de.
İşleri adil hale getirmek için birbirlerinin şehirlerinde iş bulmaya
çalıştılar. Tabii ki New York’un hisse senedi analistlerine olan talebi,
Boston’da çömlek ustalarına olan talepten çok daha fazlaydı.
Yaşasın diye mesaj attı adam, nakliyecilerin kadının eski
dairesine geldiği gün. Kadın mesaja gülen yüz ile cevap verdi ve ardından boş
oturma odası, yatak odası, banyo, mobilya yığını ve birlikte yaşamaya
başladıklarında sahip olamayacağı için bağışladığı iki yemek odası takımı,
yirmi tencere ve tava, yedi soyma bıçağı ve benzeri şeylerin fotoğraflarını
gönderdi.
Kadın böyle biriydi, sahip olduğu her şeyin bir Excel
tablosunu oluşturup adama gönderen biri ki böylece adam, kendi elinde olanların
altını çizebilir; miktarı ve türünü belirleyebilirdi çünkü eğer farklı uzunluk
ve kalınlıktaysa ve farklı şeyleri parçalayabiliyorsa yedi soyma bıçağına sahip
olmak mantıklı olabilirdi.
Adam böyle biriydi, Excel hesap tablosuna bakıp gözlerini
kısacak türden biri.
Asıl taşınmadan önce büyük bir kamyonla bir şehre gitmek
için en ideal zamanla ilgili biraz araştırma yapmıştı. Çok yer kaplamak
istememişti. Nakliye kamyonu kavşağı kapayıp arabaların durmadan kornaya bastığı
bir karmaşaya sebep olsaydı canı sıkılırdı. İnternette New Yorkluların çetin
olduğunu ve muhtemelen her şeyin üstesinden gelebileceklerini yazıyordu. Ancak
internette, New Yorkluların en öfkeli olduğu yoğun saatlerden kaçınmak için
sabah 5’te çıkmayı deneyin de yazıyordu.
Kadın sabah 5'te ulaştığında, adam onu binanın holünde bir
kahve, fazladan bir pamuklu kazak ve coşkulu bir öpücükle bekliyordu. Öpücüğün
ardından ona bir dizi anahtar uzattı. Toplamda dört anahtar vardı: biri dış
kapısı için, biri çöp odası için, biri posta kutusu için, biri de dairenin
kapısı için. Tüm anahtarlar aynı göründüğü için hangisinin hangisi olduğunu
bulmasının bir ay sürebileceğini söylemişti ancak kadın bir günde çözmüştü.
Kadın mutlu olduğu için o da mutluydu. Adamın gerçekten de Boston’da kendisinin
direttiği kadar gayretli iş arayıp aramadığını sık sık merak eder ama asla
sormazdı.
Sadece su alacağım dedi adam, garson ikisine birer fincan
sıcak çay verdiğinde. Dışarısı sekiz dereceydi; garson, arpadan yapılan çayın
kasıtlı olarak omakase'nin ilk servisi olan Pasifik istiridyesiyle servis
edildiğini açıkladı. Garson on sekiz yaşından büyük görünmüyordu. Asyalıydı,
elmas bir hızması ve dudağında mor bir halka vardı. Kadın onunla konuşurken
sadece halkasına bakabiliyor ve kendi duygularını gizlemeye çalışıyordu. Kadın
aynı zamanda Asyalı'ydı (Çinli) ve yüz piercingli başka bir Asyalı görmek, ona
çocukken yapamadığı kaçamakları hatırlattı. Onun için elinden geleni yapmaya
çalışan göçmen ailesinin yanına dudak halkasıyla sıkıyorsa gitsin. İlk olarak
ailesi halkayı çıkarır ve tokat atardı, sonra dudak halkasının onu serseri gibi
gösterdiğini ve bu ülkedekilerin şüpheli bir asyalı suratına güvenemeyeceğini
hatırlatırdı. Serseri gibi gözükürse üniversiteye girmekte zorlanırdı ve iş
bulamazdı. İş bulamazsa topluma dahil olamazdı. Topluma dahil olamazsa da hapse
girebilirdi. Sonuç olarak, dudak halkasının ona getirisi sadece hapsi boylatmak
olurdu. Sirke katılmaya niyeti yoktu. Yerli bir Afrika kabilesinin bir parçası
olamazdı. O Marilyn Manson değildi. (Garip bir nedenden ötürü babası, Marilyn
Manson'ın kim olduğunu biliyordu; onu dinler ve severdi.) Ardından hapishanede,
dudak halkaları takan diğer insanlarla arkadaş olabilir ve bir çete
kurabilirdi. İstediğin kariyer bu mu? Diye sorardı ailesi. Hapishanede dudak
halkası çetesi oluşturmak mı? Hayır derdi kadın.
Adam, çay alayım o halde dedi. Güzel garsona gülümsedi.
Güzel olduğunu düşünmüştü.
Mor dudak halkası saçının mor kısmıyla uyumluydu, saçı da
mor ojesiyle. Buna rağmen adam, garsonun sıradan siyah üniformasına iltifat
etmeyi seçmişti. Garson da bu kibarlığının karşılığında adamın yuvarlak gözlük
çerçevesine iltifat etti.
Ha, bu aptal şey dedi adam, hızlıca gözlüğünü burnuna doğru
iterken.
Aptal değiller dedi garson inandırıcı bir tavırla. Havalı
gözüküyor. Erkek arkadaşıma hiç yakışmazdı. Bu gözlüğe yakışacak bir kafa şekli
yok.
Bunu duyunca adam, ilgisini kaybetmiş olsaydı bile belli
etmezdi. Fakat aksine, güzel garsonun bir erkek arkadaşı olduğunu bilmek flört
etmeyi daha eğlenceli hale getirdi.
Zamane çocukları çok farklı, diye düşündü kadın.
Üniversiteye kadar erkek arkadaşı olmamıştı. Mezun olmadan önce şu an olduğu
kadar cesur değildi. Fakat belki de garson kızın göçmen bir ailesi yoktu. Belki
de ebeveynleri burada doğmuştu ki bu da kendi katı göçmen ebeveynleri
tarafından yetiştirilme şekillerine çok zıt olan, temelde hiçbir beklentinin
olmadığı ya da yapılan ebeveynliğin farklı olduğu anlamına geliyordu. Bir diğer
ihtimal ise evlatlık olmasıydı. Eğer öyleyse yaptığı tahminlerin tümü yanlıştı.
Artık çocuklar sadece farklı değil, aynı zamanda şanslılar da diye düşündü
kadın. Saçını mora boyayıp dudağını delebilmek için bazılarımızın ne kadar
uğraştığını bilemezsin demek istedi garsona.
Adam, yanında put gibi oturan kadını dürttü. Dik dik
bakıyorsun dedi. Garson da bunu fark etmiş ve rahatsız olmuştu.
Çayın servis edildiği kupalar kulpsuzdu. Çay o kadar sıcaktı
ki ikisi de kulpsuz kupayı rahatça tutamamıştı. Yalnızca soğumasını umarak
dumanı tüten çaya üfleyebilirler ve ne kadar sıcak olduğunu tartışabilirlerdi.
Şimdiye kadar suşi şefi ikiliye tek kelime etmemişti. Fakat çayı
içmedikleriklerini görmek, Pasifik istiridyesini (ki bu kadar lezzetli
olacağını tahmin etmemişlerdi) hazırlayan şefi rahatsız etmiş gibiydi.
Bu bir japon geleneğidir, dedi sonunda. Barın üstünden
kadının kupasını almak için uzandı. Daha sonra nazikçe iki parmak ucu ve bir
başparmağıyla kupanın en ucundan tuttu. Diğer elini de sanki bir fincan
altlığıymış gibi kupanın altına yerleştirdi. Bu bir Japon geleneğidir, dedi
tekrar. Kupayı kadına geri verdi. Çift, şefi taklit etmeyi denedi ama derileri
belki de ondan daha inceydi ki kupayı Japon geleneğiyle tutmak ellerini kaynar
suya sokmaktan farksızdı. Adam kupasını yere koydu. Ancak kadın şefi gücendirmek
istemedi ve ellerinin uyuştuğunu hissedene kadar kupasını tuttu.
Adam, şefin İngilizce konuşabildiğini öğrenmesiyle beraber
onunla konuşmayı denedi.
Ne tür bi kupa bu? Diye sordu adam. El yapımı görünüyor.
Sırı muhteşem. Ardından adam kadına döndü ve bardakların yeşil-mavi sırlarının
nasıl farklı göründüğünü belirtti. Daldırma tekniği dedi, kupasının bu kısmı,
kadınınkinden daha ince ve koyuydu.
Hmm, dedi kadın. Ona göre kupa yalnızca bir kupaydı.
Bu bir yunomi, değil mi? Dedi şefe. Uzunluğu genişliğinden
daha fazla, kulpsuz. Evet, kulpsuz, ayakları da kesilmiş. Geleneksel çay
törenlerinde kullanılır.
Şef şüpheyle adama baktı. Adam belki de onunla dalga geçiyor
olabileceğini düşünmüştü, çünkü bazen insanlar başka kültürden birileriyle karşılaştıklarında,
sırf alay etmek amacıyla, büyük bir samimiyetle yaklaşıp, dalga geçtikleri kişi
kendini aptal konumuna sokana kadar onlardan bilgi emerlerdi.
Çömlek ustasıdır, dedi kadın.
Adam, “Bunu neden yaptın?” Der gibi hızla kadına döndü. Çok
eğleniyorduk. Ardından arkasına yaslandı ve her an tabureden düşebilirmiş gibi
gülmeye başladı. Üzgünüm, dedi şefe. Seni zor durumda bırakmak istememiştim.
Kupa çok güzel, mutfağınızda böyle bir şeye sahip olmaktan gurur duymalısınız.
Ben gurur duyardım.
Şef teşekkür etti ve onlara ilk balık parçalarını, adamın
incelememeye söz verdiği benzer yeşil-mavi seramik tabaklarda ikram etti.
Tadını çıkarın, dedi şef ve sorun olmadığını belli ederek
sağlamca başparmağını kaldırdı. Adam da kendi başparmağıyla karşılık verdi.
Kadın, erkeğin her şeyi bu kadar kolay halletmesini severdi.
Hiçbir şeyi çok ciddiye almazdı. Doğasında dışa dönüklük vardı. Şimdiye kadar
kadın, adam stüdyosunda tek başına çalışmasına rağmen, başkalarıyla birlikte
olmaktan sadece zevk almadığını, buna ihtiyaç duyduğunu da biliyordu. Adam,
dışarıdayken gördüğü herkesle ama herkesle konuşurdu.
Bazen bu, suşi şefiyle yaptığı gibi muzip bir konuşma olur;
bazen de güzel garsonla yaptığı gibi çapkınca şakalaştığı bir konuşma. Flört
etmesi kadını rahatsız etmezdi. Hatta erkeğin arzulanması onu iyi hissettirdi.
Yakışıklı olmadığı halde samimi bir yüzü ve pembe yanakları vardı. Sağlıklı
kelimesinin karşılığı gibiydi. Bir Norman Rockwell tablosundan fırlamış
olabilecek biri.
İlk resmi randevuları Skype'ta olmuştu. İkisinin de bir şişe
şarap içmesinden ve aynı filmi kendi dizüstü bilgisayarlarında izlemelerinden
ibaretti. Adam, Parlayan Hançerler’i önermişti ve kadın başka bir şey izlemenin
ona uyacağına söylemişti. Belki alenen Çinli olmayan ve, yetenekli Zhang
Yimou’la sorunum yok ama bu kadar eski kafalı olmayan herhangi bir şey. “eski
kafalı” derken ne demek istiyorsun? Diye sormuştu adam. Tang Hanedanı’ndan
bahsediyorum, dedi kadın.
Kadın, asyayla alakası olmayan film konularına, günümüzde
geçen daha ana akım bir şey izlemeye uyardı.
Adamın onu rahat hissetmesini sağlamasına ihtiyaç duymuyordu, tabii eğer
yapmaya çalıştığı şey buysa.
Ama eleştirmenlerce beğenilen bir film, diye yanıtladı adam.
Böylece Parlayan Hançerleri izlemeye başladılar. Filmin tamamı
Çince’ydi ve İngilizce altyazısı vardı. Havaya girmeye başladıklarında, adam
kadına tüm altyazıların doğru olup olmadığını sordu. Sanırım dedi kadın,
söylenenlerin sadece yarısını anlamasına ve kendisinin de altyazıyı okumasına
rağmen.
Adam, Wuxia hakkında kadından çok daha fazla şey biliyordu.
Tang Hanedanı hakkında da çok daha fazla şey biliyordu, özellikle de
çömlekçiliği hakkında. Bu hanedan döneminde Çinliler renkli sırları
mükemmelleştirmişlerdi. En bilineni; yeşil, sarı ve beyazın bir kombinasyonu
olan üç renkli sırları mükemmelleştirmeleriydi. Hatta bunun için kullanılan
Çince kelimeyi bile söyledi, sancai, kadın biraz şok olmuştu. Hayır, fazlasıyla
şok olmuştu. Film bittiğinde ve şaraplar içildiğinde, sırları görürsen demek
istediğimi anlarsın, dedi. Ertesi gün ona sancai sırlı Tang Hanedanı’ndan bir
devenin fotoğrafını gönderdi. Son yirmi beş yıldır annesinin şöminesinin
yanında duran devenin aynısıydı.
Kadın, arkadaşlarının bir kısmına sordu. Çoğu Asyalıydı ama
Asyalı olmayan birkaç arkadaşı da vardı. Bu bir falso mu? Eğer kadınla sadece
Çinli olduğu için ilgileniyorsa bu adamla devam edemezdi. Kadın bu tür
adamların varlığını duymuştu, özellikle de internetten tanışılanların varlığı.
“Sarı humma hastalığı” diye bir şey duymuştu. Buna sarı humma denmesinden
hoşlanmamıştı. Sivrisineklerin taşıdığı ve ciddi şekilde enfekte olmuş dört
kişiden birini öldüren bir hastalığın ardından bir tür fetişi adlandırmak, bu
fetişi biraz açıklıyordu. En yakın arkadaşları ona her zamanki gibi en iyi
yaptığı şeyi yapıp kuruntu yaptığını ve her şeyde kusur bulduğunu, bu sebepten
de otuz altı yaşında bekar olduğunu söylemişti. Bir çömlek ustası olarak adam
tabii ki çanak çömlek tarihini biliyordu. Ayrıca muhtemelen, Parlayan
Hançerler’i iyi bir film olduğundan sevmişti. Asyalı olmayan arkadaşlarından
biri, o sıradan bir erkek ve muhtemelen sadece dövüş sanatlarının havalı
olduğunu düşünüyor dedi. Asyalı arkadaşlarından biri, muhtemelen sadece seni
etkilemek istiyor dedi.
Göreceğiz, diye cevaplamıştı kadın.
Bir sonraki Skype buluşmaları için İngiltere'de geçen bir
romantik komedi önerdi. Ertesi hafta bir Amerikan aksiyon filmi. Önümüzdeki
hafta bir Rus casus draması. Bittikten sonra önce film hakkında, sonra başka
şeyler hakkında sohbet ettiler. Ona, geçmişte birkaç ciddi ilişkisi olduğunu,
sonuncusunun birkaç sene önce bittiğini söyledi. O nasıldı? Diye sordu kadın,
sadece Çinli olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Adam, biraz sinir hastası
olmasına rağmen iyi olduğunu söyledi. Tamam ama nasıl biriydi? Diye tekrar
sordu kadın; adam da Ne demek istiyorsun? Yahudi ve uzun boyluydu dedi. Adam
bir daha Çin filmi izlemeyi önermemişti. Buluştuklarında Çin lokantalarında
değil, Fransız, İtalyan ve Japon restoranlarında yemek yediler. Kadın, adam
sıradan biri olduğu için heyecanlanmıştı. Arkadaşlarının çoğuyla tanıştı ve
daha sonra kendisi gibi biriyle tanıştığı için ne kadar şanslı olduğunu
söylemenin bir yolunu buldu: bekar, Amerikalı -bir sanatçı, o kadar- ve yaşıt.
Bazı Asyalı arkadaşları için "Amerikalı" "beyaz" demekti ve
bu da bir şekilde kadının sınıf atlamış olduğu anlamına geliyordu. Daha önce
bunların hiçbirini düşünmemişti ama şimdi düşünmüştü. Belki de tüm bunları daha
önce düşünmüştü ve yeni kabul ediyordu. Sonunda kadın, adama ilk buluşmaları
için neden Parlayan Hançerler’i seçtiğini soracak kadar rahat hissetmişti.
Verdiği cevap, arkadaşlarının söylediklerinden daha da derin değildi. Rastgele
bir seçim olduğunu açıkladı. O gün, film, internette izlemek isteyebileceği bir
şey olarak karşısına çıkmıştı. Eleştirmenlerce beğenilmişti, dedi tekrar.
Böylece sorun çözüldü. Neden kadınla çıktığıyla ilgili büyük
soru ortadan kalkmıştı. Çinli olması bir faktör değildi. İkili, bu dünyadaki
bir milyar kadar Asyalı kız-beyaz erkek çiftinden sadece biriydi.
Suşi şefi elleriyle hızla çalışmaya başladı ve kadın
büyülenmeden edemedi. Ilık pirinçlerin olduğu devasa ahşap kaptan iki küçük
pirinç topu çıkardı. Toplara şekil vererek ince uzun parçalar haline getirdi.
Ardından iki parmağıyla, işaret ve orta, pirincin üstüne bir dilim balık sıkıştırdı,
sanki parlak bir oyuncak arabayı sergiliyormuş gibi avucundaki nigiri'yi
çevirdi. Son bir dokunuş olarak, ince bir fırçayı bir kase siyah sosun içine
daldırdı ve arabanın üstünü hafifçe boyadı. Bazı parçalar için, nigiri'nin
etrafına ince bir nori şeridi sardı. Diğerleri için ise balık dilimlerini küçük
bir ızgarada kavurmaya bıraktı.
Kadın etkilenmişti. Şef, Four Seasons veya Mandarin
Oriental'a aitmiş gibi görünüyordu. Servis aralarında pişirme tezgahını sildi
ve onlarla sohbet etti. Yumuşak bir şekilde konuşuyordu, bu da çiftin
dikkatlice dinlemesi ve ağızlarını şapırdatmaması gerektiği anlamına geliyordu.
Adam şefe sadece birkaç blok ötede yaşadıklarını söyledi.
Şef, Queens'de yaşıyordu ama aslen Tokyo'luydu. Adam şefi daha önce burada
çalışırken gördüğünü söyledi. Şef bunun imkansız olduğunu söyledi. Adam
gördüğünü diretti. Stüdyodan dönerken her gün bu restoranın önünden geçtiğini
ve hiç gelmemiş olmasına rağmen ara sıra içeriye göz attığını ve barın
arkasında gayretle çalışan bir aşçı -seni, dedi - gördüğünü söyledi.
Şef kıkırdadı ve "Bu imkansız" dedi. Neden
imkansız olsun? Diye sordu adam.
Çünkü bu benim burada çalıştığım ilk gün. Ah, dedi adam, ama
yanıldığını kabul etmeyi reddederek devam etti. Restoranın bir aile işletmesi
olup olmadığını sordu. Şefin kendisini görmemişse ona benzeyen erkek kardeşini
ya da arkadaşını görmüş olabilirdi. Tabii şef mülakat için de gelmiş olmalıydı.
Belki de o gün baktığında şef aslında oradaydı, kardeş veya arkadaş olabilecek
önceki şeften işin nasıl yapılacağını öğreniyordu. Bu noktada kadın elini
erkeğin kalçasına koydu.
Şef tekrar kıkırdadı, ama diğerinden daha uzun ve yüksek
sesliydi. Kadına baktı ama kadın bakışına karşılık verebilecek gibi
hissetmiyordu. Bunun bir aile lokantası olmadığını açıkladı. Önceki şefi
tanımıyordu. Dün işe alınmıştı ve mülakatı telefonda yapmıştı.
Adam sonunda konuyu geçmeye karar verdi ve kadın rahatladı.
Eğer devam etseydi, bir şeyler söylemesi gerekecekti. Adama, pencerede gördüğü şefin bu şef
olduğunu ve şeflerin kardeş olabileceğini varsaymanın kulağa duyarsız geldiğini
(dolaylı bir şekilde) açıklamak zorunda kalacaktı. Bu dolaylı açıklama,
“aslında hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz” gibi bir şaka içermeli ve adam
gülmeli, kadın gülmeli, şef kıkırdamalıydı. Şaka olarak söylenmeliydi çünkü
kadın, erkeğin duyarsız görünmek istemediğini biliyordu; sadece haklı olmak
istemişti. Ayrıca kadın yoktan bir şeyi büyütmek istemiyordu. Her ufacık
minicik şeyi fark eden ve onu ırkçılığa getiren kadınlardan biri olmak istemiyordu.
Zaten o ve onun en yakın Asyalı arkadaşları da böyle şakalar yapıyordu, tipik
olarak insanların saçlarının ve gözlerinin rengine göre betimlenildiğini
düşünürsek kulağa herkes aynı gelmiyor muydu?
Ancak bununla ilgili arkadaşlarıyla şakalaşmak adamla
şakalaşmaktan farklıydı.
Kadın o an şefle bir yakınlık hissetti, sonra geçti.
Çift çaylarını bitirdikten sonra, garson geri geldi ve
onlara bir şişe süzülmemiş sake doldurdu. Daha önce yaşanan olaydan hala
rahatsızlık duyuyor gibiydi. Sadece adamla konuştu ve nigorinin bitki notaları
ve krizantem ipuçları olduğunu açıkladı. Kadın, sake’yi kafasına dikti, tadını
alamamıştı.
Adam, uzun bir süre burnunu bardağının üzerinde gezdirdi ve
içinde ne olduğunun sinsi ipuçlarını alabildiğini söyledi.
Alkol? Dedi kadın. Başka bir şey.
Kasımpatı? Başka bir şey.
Kadın, belki de erkeğin aldığı kokunun saçmalık olduğunu
eklemek istedi, çünkü açıkça garson her şeyi uyduruyordu. Kadının bunun
bilmesinin sebebi ise şişenin arkasını okumasıydı, sake'nin meyveli bir şeylerle
bir miktar turunçgil içerdiği yazıyordu.
Neyim var? Diye düşündü kadın. Durup dururken sinirlenmişti.
Gerçekten durup dururken. Adam eğildi ve kadının çenesinin altındaki parmağı
okşadı. Kadın daha iyi hissediyordu ama tamamen geçmemişti. Şef, iki ince parça
kapan balığını doğrarken onlara gülümsedi.
Bir süre sonra adam şefle tekrar sohbet etmeye başladı.
Meraklı olduğunu söyledi adam. Suşi lezzetliydi ve şefin önceden nerede
çalıştığını merak ediyordu. Yılların birikimi olmalıydı. Öyle gözüküyordu. İkisinin
de adına konuşan adam devam etti, yıllardır böyle bir omakase yemediklerini ve
şehrin bazı en iyi mekanlarına gittiklerini söyledi.
Mesela neresi? Diye sordu şef.
Adam mekanları sıraladı ve şef onaylayan bir şekilde başını
salladı, adam da gülümsedi. Kadın araya girme ihtiyacı hissediyordu. Saydığı
omakase mekanlarının çoğu onun önerisiydi. Dürüst olmak gerekirse, ilk çıkmaya
başladıklarında omakase’nin ne olduğunu bilse de hiç denememişti. Adam da hiç
fırsatı olmadığını söylemişti; kadın düşündü, eğer bu nasıl devam ettireceğimi
bilmediğim bir şifreyse, içeride yanlış siparişi verip aptal gibi gözükmek
istemiyorum. Bu yüzden, ilk yüz yüze buluşmalarından birinde onu Boston’da bir
mekana götürmüştü. Şefi tanıyordu, Çinliydi. Pek çok Çinli şef, önemli ölçüde
daha klas ve daha kazançlı olduğu için Japon yemeklerine yönelmişti. Japon
omakasesi hakkında Çinli şefle Çince konuşmuştu; bu, Japonlardan nefret etmesi
öğretilmiş olan ebeveynlerine ya da Çin-Japon Savaşı'nı yaşamış ve Japonlardan
nefret eden büyükanne ve büyükbabasına nasıl tarif edeceğini bilemeyeceği bir
deneyimdi.
Neyse ki, tarihin bu kısmı kadının kimliğinin bir parçası
değildi. Amerika'da büyümüştü. Japon halkına, kültürüne veya yemeğine karşı
hiçbir düşmanlık hissetmemişti. Her neyse, asıl mesele şuydu ki, New York'taki
adamı ziyaret ettiğinde, adamın listelediği yerlere bakmıştı. Adama Japonca'da
omakase'nin "Sana bırakıyorum" anlamına geldiğini öğretmişti. Bir şey
daha vardı.
Hesabı kadın ödemişti. Her zaman değil ama çoğu zaman,
özellikle daha pahalı yerlerde. Kadına göre kendisinin ödemesi mantıklıydı.
Daha fazla kazanıyordu ve omakase'yi birlikte denemek onların şeylerinden biri
haline gelmişti. Bir şeyleri olmasını sevmişti.
Boston’da da bir mekan vardı, dedi kadın araya girerek.
Hatırlıyor musun? Hani seni götürdüğüm. İlk omakase’yi denediğin zaman. Kadın
bunu söylerken çok savunmacı olup olmadığını merak etti ama yine de söyledi.
Elbette, dedi adam ona bakmadan. Peki, nerede çalıştığını
söyleyecek misin? Diye sordu şefe.
Şehir merkezinde bir restoran, dedi. Ardından neresi
olduğunu söyledi, ama ne erkeğe ne de kadına tanıdık gelen bir isim değildi.
Bilmeyebilirsiniz, dedi. Çok özel bir yerdi. Pahalı ve üst
sınıf.
Her gün açmazdık. Sadece rezervasyon yapıldığında açardık.
Rezervasyon yaptırmak için yazılı olmayan özel bir numarayı aramalıydınız, o da
sadece ağızdan ağıza yayılırdı. Aradığında müdürle konuşup konuşamayacağını
sorardın. Müdür seni tanımalıydı, yoksa yanlış numarayı aradığını söyleyip
kapatırlardı.
Şaka yapıyorsun, dedi adam. Sonra kadına baktı ve bunu
duydun mu dedi.
Duymuştu. Şef fısıldamıyordu. Adam barın üzerine eğildi, bu
yüzden vücudunun üst kısmı nori tepsilerinin ve sos kaselerinin üstündeydi.
Mutfakta annesinin abur cubur vermesini bekleyen küçük bir çocuk gibi dirseklerine
yaslanmıştı. Çok tatlı, dedi kadın içinden ve bir an olsun kendini yeniden iyi
hissetti.
Büyük ihtimalle o durumdan sıkılmışsındır, dedi adam. Tüm o
zenginlerle uğraşmaktan.
Hayır.
Sebebi stresti sanırım. Eminim böyle bir mekanda seni
saatlerce ölesiye çalıştırmışlardır. Tüm o kişisel partiler. Parasıyla daha iyi
bir şey yapamayan insanlar.
Hayır
Bir de istediğin her şeyi yapamamak. Müşteri ister ve alır.
Bu kadar özel bir mekanda muhtemelen bazı garip istekler alıyorsundur.
Evet ama kovulma sebebim bu değildi. Kovulmak?
Adamın daha da ilgisini çekmiş gözüküyordu. Bunu duydun mu?
Dedi kadına. Ona göre eğer yüksek sınıf bir şef kovulmuşsa, bu şefin haydutluk
damarı olduğu anlamına geliyordu, bu da adamın saygı duyabileceği bir şeydi.
Ayrıca sarhoş olmak üzereydi. Sake şişesi boştu ve garson bir tane daha
getirmişti.
Ne için kovuldun? Diye sordu adam. Şefe bir fincan sake
teklif etti, ancak şef reddetti.
Kadın elindeki kupayı çevirdi ve şefin arkasındaki duvara
baktı, üzerinde üç minik tekneyi ezmek üzere olan dev bir dalganın resmi vardı.
Kadın, kendisinin ve erkeğin tamamen farklı alanlarda çalışmasından
hoşlanıyordu. Bu, aralarında çok az rekabet olduğu ve ortak yönlerinin gerçek
olduğu anlama geliyordu. Adamın paraya hiç ilgisi yoktu ve bu durum kadını
büyülerdi. Özgür bir ruha sahipti, ama gerçekten parayı bu kadar önemsemiyorsa
şu ana kadar nasıl hayatta kalmıştı? Öte yandan kadın, para ve paranın nereden
geldiği konusunda da endişeliydi. İşini seviyordu ama en çok hoşuna giden kısmı
sabit ve aylık maaş alıyor olmasıydı. Fakat böyle şeyleri bankacı arkadaşlarına
çeki nasıl paylaştıracaklarına dair pratik açıklamalar yaparken anlatan kadın,
adama söyleyemezdi.
Adam bunu söyledikten sonra şaka yaptığını herkese gösteren
o komik göz devirme hareketini yaptı. Komikti. Kadın, adamla birlikte güldü.
Ama daha sonra, kadın bunu neden yaptığını sorduğunda, başına bir elini koydu
ve kuruntu yaptığını söyledi. Adam, sadece onunla gurur duyduğu için alay
ediyordu. Bir milyon yılda yapamayacağı bir şey yaptı. Sayılar, grafikler: telefonda bile duymak başını döndürdü ama iş
açıkça önemli ve gerekliydi. Ayrıca bununla başa çıkabiliyorsun çünkü, kabul
edelim, sen benden daha zekisin. Adam bunu söylemişti. Adam bunu söylediğinde
kadının karnından ağzına doğru mutlu bir balonun yükseldiğini hissetti.
Ne için kovuldun?
Şef cevap vermedi. Bunun yerine, şimdi kırmızı balçıkla
kaplanmış ellerini yıkadı ve yakındaki somonun derisini kızartmak için bir
pürmüz lambası aldı.
İlişkilerinin ilk yılında kadın adamı ebeveynleriyle
tanıştırmaya götürmüştü. Massachusetts’ın Springfield ilçesinde toplu
konutların olduğu bir arazide yaşıyorlardı. Babası protez uzuvları tasarlayan
bir şirkette çalışıyordu. Annesi ev hanımıydı. Çin’de yaşıyorlarken daha farklı
işleri vardı. Babası bilgisayar bilimleri profesörü, annesi ise satış
memuruydu, fakat eski görevlerindeki başarıları, kendi dillerinde konuşkan ve
esprili olmalarına dayanıyordu ve bunlar İngilizceye çevrilecek şeyler değildi.
Ara sıra babası akademik bir iş bulmak için arayışa çıkıyor ve mülakat
aşamasına kadar gelebiliyordu, bu noktada da bir sınıfta ders vermesi
gerekiyordu. Olabildiğince tertipli giyinirdi. Dikkatlice notlar hazırlardı.
Ardından, ders sırasında genelde kendisine tek bir soru sorulurdu o da arka sıradaki
şımarık bir çocuğun lütfen bir şeyi tekrarlayabilir misiniz sorusu. Annesi
JCPenney’de işe girmişti ama sonunda istifa etti. Çin’de, etkili bir satış
görevlisi müşterileri bir gölge gibi takip etmeliydi ancak JCPenney’de kimse
annesinin bunu yapmasını istemiyordu. İşin aslı, annesi sık sık hırsız gibi
görünmekten bildirilmişti. Yine de ebeveynleri plastik bir posta kutusu olan ve
diğerlerine benzeyen iki bin metrekarelik evlerinde rahattılar. Belki de
ailesi, banliyö evlerinin diğerlerine benzemesinden hoşlanıyordu çünkü
dışarıdan bakıldığında içeride Çinli bir ailenin yaşadığını tahmin edemezdiniz.
Ailesi Çinli olmaktan utandığından değildi, kızlarına da utanmamayı
öğretmişlerdi. Sen de herkes kadar iyisin, derlerdi kadına, böyle düşünmesi
gerektiğini fark etmeden önce bile.
Kadın, ebeveynlerinin nasıl bir tepki vereceğinden emin
değildi. Eve başka erkek arkadaşlar da getirmişti ama hiçbir zaman çok samimi
davranmamışlardı. Adam, eve uzun zaman sonra getirdiği ilk erkek arkadaşıydı.
Ne yazık ki, bu aynı zamanda hangi ırktan olduğu sorusunu cevaplamayı
zorlaştırıyordu çünkü kadının eve getirdiği ilk beyaz erkek arkadaş olacaktı.
Bu durumda ebeveynleri kızlarının kız kurusu olmayacağı için rahatlar mıydı
yoksa arkadaşlarının da belirttiği gibi şaşırtıcı bir şekilde şanslı olduğunu
mu söylerlerdi? Hayattaki her
karmaşık soruda olduğu gibi, muhtemelen ikisinin bir
karışımıydı. Öyleyse elliye elli bir karışım mıydı yoksa yirmiye seksen bir mi?
İkincisiyse hangisi seksen hangisi yirmiydi?
Hafta sonu boyunca kadın, telaştan bayılacak gibi
hissetmişti. Beyni son hızda çalışıyordu. Adamın, annesinin marketten
aldıklarını taşımaya ve babasının garaj yolunu küreklemesine yardımcı olduğunu
izledi. Babası dışarı çıkıp bir şişe viski ile geri döndüğünde şaşkınlık
içindeydi. Viski içtiğini bilmiyordu. Elliye elli hesabına viskiyi de katmak
zorundaydı. Annesi her öğün için bir çift yemek çubuğu ve çatal bıçak takımı
koydu. Adam yemek çubuklarını kullanmayı seçtiğinde, ailesi ona sanki kare
ahşap bloku kare deliğe sokmuş akıllı bir maymunmuş gibi gülümsedi. Hatta yemek
çubuğunu düzgünce kullanması gülümsemelerini, hatta alkışlamalarını sağladı.
Ardından saçının renginden ayakkabılarının rengine kadar her
konuda ona iltifat ettiler.
Kadın, Ebeveynlerinin ona iyi davranmasıyla asyalı
ebeveynlerin zor olduğu klişesini ortadan kaldırdığı için memnundu. Önceden
adama ebeveynlerinin soğuk davranmaya eğilimli olduğunu açıklamıştı ancak
soğukluk yıllardır memleketlerinden uzakta, ezildikleri bir yerde yaşamalarının
yansımasıydı.
Ebeveynlerinin hiç de soğuk olmadığı ortaya çıktığında,
kadın memnundu, sonra neden biraz daha zor olmadıklarını merak etti. Neden
babası çok tipik bir Amerikalı baba gibi davranmamıştı ve adamı aynı basmakalıp
bir kapının önünde aynı basmakalıp bir gözdağıyla karşılamamıştı?
Hafta sonunun sonunda annesi, New York'a taşınmayı düşünmesi
gerektiğini söylemek için kadını kenara çekmişti.
Bu fikri adam ortaya atmıştı ve kadın nasıl yanıt vereceğini
bilmiyordu. Henüz emin değilim, dedi annesine. Her iki yerde de iş arayacağız.
Annesi başını salladı ve güzel dedi. Sonra kadına böyle bir
adamın sonsuza kadar beklemeyeceğini hatırlattı.
Omakase’nin son servisi için şef onlara suşi pilavı üzerinde
klasik tamago yumurtası sundu. Yumurta kabarık ve tatlıydı. Nasıldı? Diye sordu
şef. Her servisten sonra omuzlarını öne eğerek bu soruyu sormuştu ve yediğimiz
en iyi suşi pilavı üzerinde klasik tamago yumurtası cevabı ise omuzlarını
kuvvetli bir rüzgârmışçasına geriye itti.
Japon geleneği, diye düşündü kadın. Belki de Asya
geleneğiydi. Belki de İnsani bir gelenek.
Tatlı, iki büyük kaşık mocha dondurmasıydı. Adam, yemeğin
geri kalanında şefe neden kovulduğunu sormaya devam etti. Bir şişe sake daha
gelmişti.
İlginç bir sebepten değil, dedi şef.
Ondan şüpheliyim, dedi adam. Haydi. Burada hepimiz
arkadaşız.
Ne kadın ne de adam şefin adını bilmiyordu, şefin de çiftin
adlarını bilmediği gibi.
Yemek sırasında restorana başka kimse girmemişti. İnsanlar
pencerenin önünde durup menüye baktılar ama hiçbiri içeri uğramadı.
Yönetim, dedi şef nihayet. Suşi yapmayı bitirmiş ve tezgahı
temizlemeye başlamıştı. Tezgahı temizler ve bezini yıkardı. Sonra tezgahı
tekrar temizlerdi.
Kadın, amacının artık temizlik yapmak olmadığına karar
verdi. Hikayeyi anlatırken yapması gereken bir şey varmış gibi görünmesi
gerekiyordu.
Ne oldu? diye sordu. Bu noktada, ne olduğunu kendisi de
biliyordu.
Üç hafta önce kovuldum, dedi şef. Müdür, iznimin olduğu bir
günde elli kişilik bir parti ayarlamıştı. Sonra benim gelmemi söyledi. İlk
başta hayır dedim ama parti, devamlı müşterilerimizden biri içindi. Tek başıma
elli kişilik bir partiye hizmet edemeyeceğimi ve yardım çağırması gerektiğini
söyledim. Tamam dedi ve bir saat sonra oraya gittim. Fakat yardıma gelen kimse
yoktu, yalnızca ben vardım. Yönetici Çinli idi ve diğer şefleri aradığını ama
kimsenin gelmediğini söyledi.
Şef, bezini yıkamak için bir an için temizlemeyi bıraktı.
Ben aptal değilim, dedi ve devam etti. Bunun uydurmaca olduğunu biliyordum. Bu
yüzden sadece iki kişilik suşi yaptım. Diğer kırk sekiz kişiye suşi yapmayı
reddettim ve ardından partideki herkes gitti.
Cüretkar, dedi adam.
Kadın hiçbir şey demedi. Azı dişlerinin arasına sıkışmış bir
yumurta parçası vardı ve onu diliyle çıkarmaya çalışıyordu. Yapamayınca
parmağını kullandı. Parmağını ağzının arkasına soktu. Ardından artık sarı ve
kabarık değil, beyaz ve köpüklü olan yumurta parçasını peçetesine sildi.
Ben Çinliyim, dedi kadın ailesinde de olabilecek bir refleks
gibi kelime ağzından çıkarken.
Şef tezgahını temizlemeye döndü. Adam boğazını temizledi.
Adam, özellikle kadına ya da şefe değil, görünmez bir izleyiciye, şefin
kastettiği bu değildi, dedi.
Biliyorum, dedi kadın. Adama bakıyordu. Bunu kastetmediğini
biliyorum. Sadece söylemek istedim. Ben de bir şey kastetmiyorum.
Adam gözlerini devirdi ve kadının içinde öfkenin bir
patlaması yükseldi. Belki de iki patlama. İki kürdanı alıp adamın güzel
gözlerinin içine sokarak devrilmelerini engellemeyi hayal etti. Ardından
kendine bir şiş zeytinle en kurusundan bir Dry Martini hazırladığını hayal
etti.
Üzgünüm, dedi şef. Şimdi de susam ve kurutulmuş ton balığı
kutularını organize ediyordu. Gülümsüyor ama göz teması kurmuyordu. Anında
mırıldanmaya başlayacak, kadın söylediği şey için mi yoksa Çinli olduğu için mi
üzgün olduğunu soramayacaktı.
İkisinin de karışımı mı? Kadın, hangisi olduğunu ya da
hangisinin daha ağır bastığını sormak istedi ama sorarsa saçmalayan taraf
kendisi olurdu. Saçmalayan taraf olmak istemezdi ama sessiz kırılgan bir çiçek
de olmak istemiyordu. Kadın için işte böyleydi, bu iki uç nokta arasında
kalmış, ağzından hiçbir şey çıkaramıyordu. Açıkçası ne söyleyebilirdi ki? Şef
altmış yaşın üstündeydi. Çinliler zaten duyduğu kadarıyla uyduruğun da
uyduruğuydu.
Adam kadına hiçbir zaman tatlım demezdi. Tatlım dedi, bence
fazlasıyla içtin. Sonra şefe döndü. Sanırım gitme vakti.
Şef bu olaydan sonra yalnızca garsonla konuştu. Çiftin
hesabı ödemesine yardımcı olmak için onu çağırdı. Adam fark etmemiş gibi
davranırken kadın kredi kartını çıkardı. Her zamanki gibi yüzde yirmi bahşiş
verdi.
O neydi öyle? Dedi adam dışarı çıktıkları an. Hava
soğumuştu. Eve yürümeleri on beş dakika sürerdi.
Ona kızgın değilim, dedi kadın.
Olmamalısın da. Sadece bir hikayeyi anlatıyordu.
Tekrarlıyorum, ona kızgın değilim.
Adam anlayış gösterdi. Bir süre sessizce yürüdükten sonra
adam sessizliği bozdu, Bak, hikayeyi ben anlatmadım ve her şeyi bu kadar üstüne
alınmaman gerektiğini öğrenmek zorundasın. Her şeyi üstüne alınıyorsun.
Öyle mi yapıyorum?
Ayrıca, biraz daha kendinin bilincinde olmalısın. Neyin
bilinci?
Adam içini çekti.
Neyin bilinci?
Adam, boşver dedi. Ardından elini kadının başına koydu ve
kuruntu yapmayı bırakmasını söyledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder